Saturday, June 28, 2008

AGOS Gazetesi "ANADOLU'DAN FISILTILAR"I YAZDI

“GERÇEKTEN KORKAK OLAN, KENDİ HATIRALARINDAN KORKANDIR”

Önümüzdeki günlerde CNN Türk ekranlarında izleyiciyle buluşacak olan ‘Anadolu’dan Fısıltılar’ adlı belgesel film, 1915 olaylarında bölgede kalıp sessizce Müslümanlaşan ve ‘dönükler’ olarak anılan Ermenilerin hikâyesini anlatıyor.

FUNDA TOSUN - AGOS GAZETESİ

20 Haziran 2008

Türkçede “dağlar arasında geçit, köprü” anlamına gelen ‘geben’ sözcüğü, Ermenice ‘gaban’ sözcüğünden türemiştir. İpek Yolu üzerinde bulunan, ismiyle müsemma Geben köyü, binlerce yıllık mirasıyla Ermeniler ve Türkler arasında bir köprü oluşturmuştur. 1915 olaylarında bölgede kalan ve sessizce Müslümanlaşan Ermenilerin hikâyesi, bir fısıltı halinde kulaktan kulağa dolaşır.

Deneyimli belgesel yönetmeni Mehmet Binay bu fısıltıları dinler ve yazar Elias Canetti’nin “Gerçekten korkak olan kendi hatıralarından korkandır” sözünü şiar edinerek tarihimizin karanlıklarına doğru yola çıkar. ‘Anadolu’dan Fısıltılar’ belgeseliyle yönetmen Binay, ‘satır arası’ yaşayan bir halka dair hatırladıklarımız ve unuttuklarımızla toplumsal hafızamızı oluşturan şeyler üzerine fısıldıyor, sessiz sedasız, usulca…

• ‘Anadolu’dan Fısıltılar’ projesi nasıl doğdu?

2003 ile 2007 yılları arasında her kilometresini dolaşarak fotoğrafladığım ve görüntüye aldığım Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nda seyahat ederken Kahramanmaraş’a bağlı Geben kasabasına yolum düştü. Burada kalkınma kooperatifi kuran gençlerle sohbet etme imkânı buldum. Anadolu’ya gerçekleştirdiğim bunca seyahatin ışığında, bu kasabada yaşayanların, başka yerlerde karşılaştığım insanlardan farklı olduğunu görmüş, gençlerin yeni fikirlere ve projelere açık olmalarının yanı sıra siyasi açıdan oldukça liberal görüşlere sahip olduklarını tespit etmiştim. Bu gençler kasabalarında gerçekleştirilebilecek kalkınma projelerine merakla yaklaşıyor, girişimci ruhlarını saklamıyorlardı. Nisan 2006’da köye tekrar gittiğimde, bu gençler bir sözlü tarih çalışması yaparak köylerinin tarihi hakkında bilgi toplamaya çalışıyorlardı. Yapılacak röportajlarda 1915’e değin kasabada ve bu bölgede yaşamış olan Ermenilerin kültürüne ve Türklerle ilişkilerine dair sorular da vardı. Tüm bunlar bende unuttuğumuz ya da unutmak zorunda kaldığımız meselelere dair bir şeyler öğrenebilme şansımızın olduğu fikrini oluşturdu ve bu projeyi belgeselleştirmeye karar verdim. Böylece Ağustos 2006’da çekimlere başladık.

• Bir yerel sözlü tarih çalışmasını belgeselleştirme fikrinin dayanaklarını biraz daha açıklayabilir misiniz?

Siyasi veya resmi hiçbir amaç taşımayan bu sözlü tarih projesinin günümüz Türkiye’sinde ufak da olsa önemli bir adım olabileceğine inandım. Çünkü resmi tarih, Türkiye sınırları dışına çıkıldığında bizleri cevaplanması zor sorularla karşı karşıya bırakıyor, Türkiye içinde ise tartışılması bile gürültü ve kavgalara sebebiyet veren bir ortam yaratıyordu. Resmi tarih, Türk tarafında olsun, Ermeni tarafında olsun, sıradan insana uzak geliyor, kavranması güç uluslararası dengeleri ve 100 yıl öncesinin sosyal, siyasi ve ekonomik şartlarını gündeme getiriyordu. Olanları anlamak için belki de insan hikâyelerinden yola çıkmakta fayda vardı. Toroslar’da bir avuç gencin başlattığı bu girişim, en azından o kasabaya ilişkin olarak hatırlanan şeyleri, olduğundan ne daha az, ne de daha fazla, yani tüm açıklığıyla gün ışığına çıkaracaktı. Öte yandan, sözlü tarih, resmi tarihin çoğu zaman göz ardı ettiği sosyolojik, antropolojik ve iktisadi birçok yerel bilinmeyeni ve yeni oluşumları da bilim adamlarının önüne getirebilirdi.

• Filminizde sözlü tarih, resmi tarihin söylediklerini tekrarlıyor gibi. Yani unuttuklarımız değil de daha çok hatırladıklarımız üzerine kuruluyor film. Bu hatırladıklarımız, zaten resmi tarihin hatırlanmasına müsaade ettiği şeyler değil mi?

Röportajlarda birbirleriyle çelişen ifadeler vardı, dile getirilen bazı anılar yetersizdi çünkü birinci nesil tanıklar artık yaşamıyordu. Ama hatırlamak kadar unutmak da gerçeğe aitti ve belgeselde bunlara da yer vermeye çalıştım. Ancak bazı hatıralar son derece keskin ve açıktı, dolayısıyla Ermenilerin 1915’te neden ve nasıl bu toprakları terk ettiğini, birincil kaynaklara dayanarak gözler önüne seriyordu. Belgesel sonucunda ortaya çıkan anlatılar ve öykülerin bazıları zayıf veya önemsiz görünse de satır aralarını okumayı becerebilenler için değerli bir kaynak bence. Çünkü ‘satır arası’ yaşamak zorunda kalan bir halkın hikâyesi anlatılan.

• Bu söylediklerinizi, bir yönetmen olarak sadece belgelemekle yetinmenizin, sürece müdahil olmayışınızın, yani hafızalarımızı ve vicdanımızı zorlamayışınızın, unuttuklarımızı hatırlatmayışınızın nedeni olarak düşünebilir miyiz? 

‘Anadolu’dan Fısıltılar’ belgeselinin sinematografik konseptini geliştirirken kamerayı sadece bir izleyici olarak kullanmak, röportajları gerçekleştiren gençlerin ve kasabanın yaşlılarının dışında tutmak istiyordum. Yani yönetmen olarak kendimi ‘soru soran araştırmacı’ kimliğinden kurtarmaya ve tamamen objektif bir gözlemci rolünde tutmaya kararlıydım. Aydınlanmış ya da yarı aydınlanmış bir kimlikle durmak istemedim. Benim merak ettiğim, onların neyi hatırladıkları, neyi unuttukları ve unuttuklarını hatırlamaya ne kadar gönüllü olduklarıydı. Sonuçta ortaya çıkan 42 dakikalık belgesel, kaydedilen görüntü ve seslerin bir anlam sırası ve bütünlüğüyle bir araya getirildiği bir görsel hikâyeye dönüştü. ‘Anadolu’dan Fısıltılar’, dil, kan ve dinin iç içe geçtiği ‘dönükler’in hikâyesi ile nesillerin devamını ifade eden 3 günlük geleneksel bir Çukurova düğününü bir araya getirdi.

• Filmde baskın bir milliyetçi ve cinsiyetçi söylem var. ‘Dönükler’, belki de tüm ‘dönen’ ya da ‘dönmek zorunda’ kalan insanlar gibi, dönüştükleri yerin en muhafazakâr noktasına yakın duruyorlar. …

Evet, mesala Ermeni bir babaanneden bahsedilirken “o kadın” ifadesi kullanılıyor. Oysa arada neredeyse birinci dereceden kan bağı var. Bu anlamda sürekli bir ‘öteki’leştirme söz konusu. Bir kültürü sonradan benimseyen ya da benimsemek zorunda kalan insanlarda bu tür refleksler oluşuyor. Bu, dışarıya yönelik bir çeşit savunma mekanizması. Yani, bu ötekileştirme yalnızca söylem düzeyinde, çünkü kendilerinin de bir yanlarıyla ‘öteki’ olduklarını biliyorlar. Filmde “Ben de Türk’üm ama bir farkım var” şeklinde bir ifade var. Buradaki “ama” çok önemli ve zenginleştirici bir sözcük bence. Ve kişisel tarihlerimizde böyle çok “ama”lar var. Bir arkadaşımın ailesi, ailenin erkek çocukları 16 yaşına geldiğinde onları toplayarak ‘Ermeni dönüğü’ olduklarını açıklıyor, ki bu ailede aşırı muhafazakâr, ülkücü insanlar var. Bu gerçekle yüzleşmek zor tabii. Ama, “ama”larımızla barışmamız gerek. 

• Filmde, Geben’de ataerkil kültürün kendini bir şekilde hissettirdiği görülüyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Evet, bu kesinlikle doğru. Benim ‘düğün’ motifini kullanmamın sebebi de budur. ‘Düğün’, dramaturjik anlamda önemli bir görsel malzeme olmasının yanında, cinsiyet ilişkilerini göstermesi açısından da önemliydi. Evlenecek kızın ‘gâvur köyü’nden alınıyor olması, çeyiziyle birlikte aslında anılarını da yanında götürmesi ve kimliğini geride bırakması… Daha önemlisi, filmin düğün sahnesinde, meydanda verilen temsil tüm Çukurova bölgesinde görülen bir ritüel. Temsilde bir adam, bir kadın ve kadının kızları yer alıyor. Adam, köy köy gezip bu kızlarla evlenecek münasip kocalar arar. Kızlar, ‘cilve’leriyle genç erkeklerin gönlünü çalar ve bu kızlara ‘gâvurun sıpaları’ denir… Aslında sözcükler tesadüfi değil ve pek çok şeyi ifşa ediyor. Bu ritüel, geride kalan Ermeni kadınlara dair ipuçları veriyor. 

• ‘Anadolu’dan Fısıltılar’ nerelerde gösterilecek?

11 Temmuz Cuma 21.00’de CNN Türk belgesel kuşağında gösterilecek; ardından Yerevan’da Altın Kayısı Uluslararası Film Festivali’ne katılacağız; daha sonra Seul Film Festivali’nde izleyiciyle buluşmayı umuyoruz.

MEHMET BİNAY: “ ‘Anadolu’dan Fısıltılar’, dil, kan ve dinin iç içe geçtiği ‘dönükler’in hikâyesi ile nesillerin devamını ifade eden 3 günlük geleneksel bir Çukurova düğününü bir araya getirdi.”

No comments: