Thursday, May 8, 2008

Unutulmuş öyküler fısıldayan mezar taşları

Bilmediğim ülkelerde, daha önce gitmediğim illerde seyahat ederken farklı kültürlere ait mezarlıklar hep dikkatimi çekmiştir. Orta Asya’da ve eski Sovyet ülkelerinde siyah mermerden yapılan mezar taşlarına merhumun portre resmi kazınır, Kafkaslar’da mezarlıklar kırmızı karanfille alev alev yanar, Anadolu’da ise bakımsızdır çoğu, etraflarını kaplayan yabani otlar artık sona ermiş hayatları ifade eder. Ancak her seyahat insana daha önce görmediği şeyleri bahşeder, kimi zaman bir dağ yolunda yanından geçilen mezarlık diğerlerinden farklıdır ve rengarenk boyanmış demir kafeslerle süslenmiştir, bazılarında ise yüksek duvarlar arasına gizlenmiştir, zarar görmemek ve sonsuza değin ayakta kalabilmek için…

Bundan birkaç yıl evvel Toroslar’da seyahat ederken garip mezar taşlarının olduğu bir mezarlıkla karşılaştım ve fotoğraf çekmek için mola verdim. Taşların yüksekliği birle üç metre arasında değişiyor ve üzerlerinde hiçbir yazı bulunmuyordu. Kaya parçalarından oluşan ve gökyüzüne uzanan mezar taşlarının üstünü mantarlar kaplamış, kimisi yana yatmış, kimisi dimdik duruyor, kimisi de yere yığılmıştı. Bırakın merhumun ismini veya doğum ve ölüm tarihini hangi kültüre ait olduğuna dair bile hiçbir iz yoktu taşların üzerinde. Ne zaman oraya dikildikleri belli olmayan ve onları oraya yerleştiren kültüre dair hiçbir iz taşımasalar da nesiller boyunca ayakta kalmaya muktedir olmaları tasarlanmıştı.

2003 ile 2007 yılları arasında her kilometresini dolaşarak fotoğrafladığım ve görüntüye aldığım Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’nda seyahat ederken bir başka gezide Toroslar’daki aynı köye yeniden yolum düştü. Bu defa Kahramanmaraş’a bağlı Geben kasabasında birkaç saat geçirecek ve bir kalkınma kooperatifi kuran gençlerle sohbet etme imkanı bulacaktım. Anadolu’ya gerçekleştirdiğim bunca seyahatin ışığında bu kasabadaki insanların diğer yerlerden farklı olduğunu görmüş, gençlerin yeni fikirlere ve projelere açık olmalarının yanısıra siyasi görüşlerinde de oldukça liberal ifadelere sahip olduklarını tespit etmiştim. Bu gençler kasabalarında gerçekleştirilebilecek kalkınma projelerine merakla yaklaşıyor, girişimci ruhlarını saklamıyorlardı.

Kasabanın gençleri benimle kurdukları bağlantıyı korudular ve bölgeye yaptığım bir başka seyahat sonrasında beni Geben’e davet ettiler. Nisan 2006’da üçüncü defa gittiğim Toroslar’daki bu güzel kasabanın insanlarını daha yakından tanıma imkanı buldum. Gençler kasabalarının tarihini merak ettiklerini dile getiriyor, diğer köy ve yerleşim yerlerine nazaran açık görüşlü yaşam biçimlerinin farkında olduklarını söylüyorlar, yakın tarihlerini daha iyi tanımak için kasabanın büyükleriyle bir amatör sözlü tarih projesi yapmak istediklerini dile getiriyorlardı. Proje kapsamında gençler yaşlılarla biraraya gelecek, onlara kasabanın geçmişine dair sorular yöneltecek, aldıkları cevapları da daha sonradan kağıda aktaracaklardı. Yapılacak röportajlarda 1915’e değin kasabada ve bu bölgede yaşamış olan Ermenilerin kültürüne ve Türklerle ilişkilerine dair de sorular olacaktı.

Sözlü tarih projesi yapılan birkaç ufak başvuru sonucunda hiçbir kurumsal veya maddi destek bulamadı ancak gençler yine de sohbetleri gerçekleştirmekte ısrarlıydılar ve bu amaçla büyükleriyle bir bir görüşmeye başladılar. Röportajlar konusunda bölgede kalkınma projelerinde danışmanlık yapan Özge Adıgüzel’in tavsiyelerini alan gençler, 10’un üzerinde yaşlıyla görüşüp bunları kağıda döktüler. Görüşmelerin bazılarının sonucunda Ermenilerle ortak yaşama dair ilgi çekici hatıralar ortaya çıktı. Bunlar arasında 1915’teki tehcir öncesinde ve esnasında bireysel veya grup olarak müslümanlığı seçmiş Ermeniler’in hikayeleri de dile getirilmişti. Müslümanlaşan (veya müslümanlaştırılan) bu Ermeniler, aynı toprakları paylaştıkları Türk ailelerin oğlanları veya kızlarıyla evlendirilmiş ve ortaya bugün de ‘Dönükler’ olarak adlandırılan yeni bir grup insan çıkmıştı. Röportajların birinci turu sona erdiğinde hikayenin bu kısmı ve Ermeniler’e dair hatırlananları anlatan bir belgesel çekmeye karar verdim ve 2006’nın Ağustos ayında çekim yapmak üzere Toroslar’a gittim.

Siyasi veya resmi hiçbir amaç taşımayan bu sözlü tarih projesinin günümüz Türkiyesi’nde ufak da olsa önemli bir adım olabileceğine inandım. Çünkü resmi tarih, Türkiye sınırları dışına çıkıldığında bizleri cevaplanması zor sorularla karşı karşıya bırakıyor, Türkiye içinde ise tartışılması bile gürültü ve kavgalara sebep veren bir ortam yaratıyordu. Resmi tarih, Türk tarafında olsun, Ermeni tarafında olsun, sıradan insana uzak geliyor, kavranılması güç uluslararası dengeleri ve 100 yıl öncesinin bizler tarafından haklı olarak anlaşılması zor sosyal, siyasi ve ekonomik şartlarını gündeme getiriyordu. Oysa olanları anlamak için belki de insan hikayelerinden yola çıkmakta fayda vardı ve Toroslar’da bir avuç gencin başladığı bu naçizane girişim, en azından o kasabaya dair hatırlanan şeyleri, olduğundan ne daha az, ne de daha fazla, yani tüm açıklığıyla gün ışığına çıkaracaktı. Öte yandan sözlü tarih, resmi tarihin çoğu zaman gözardı ettiği sosyolojik, antropolojik ve iktisadi birçok yerel bilinmeyeni ve yeni oluşumları da bilim adamlarının önüne getirebilirdi.

‘Anadolu’dan Fısıltılar’ belgeselinin sinematografik konseptini geliştirirken kamerayı sadece bir izleyici olarak kullanmayı ve röportajları gerçekleştiren gençlerle kasabanın yaşlılarının dışında tutmak istiyordum. Yani yönetmen olarak kendimi soru soran araştırmacı kimliğinden kurtarmak ve tamamen objektif bir gözlemci rolünde tutmaya kararlıydım. Sonuçta ortaya çıkan 42 dakikalık belgesel, sadece kaydedilen görüntü ve seslerin bir anlam sırası ve bütünüyle biraraya getirildiği bir görsel hikayeye dönüştü. ‘Anadolu’dan Fısıltılar’, dil, kan ve dinin birbiri içine karıştığı ‘Dönükler’in hikayesi ile nesillerin devamını ifade eden 3 günlük geleneksel bir Çukurova düğününü de birbiri içine geçirdi.

Röportajlarda ortaya çıkan ifadeler kimi zaman birbiriyle çelişkiliydi, dile getirilen bazı anılar yetersizdi çünkü birinci nesil tanıklar artık yaşamıyordu. Ama hatırlamak kadar unutmak da gerçeğe aitti ve belgeselde bunlara da yer vermeye çalıştım. Ancak bazı hatıralar son derece keskin ve açıktı, dolayısıyla Ermeniler’in 1915’te neden ve nasıl bu toprakları terk ettiğini birinci kaynaktan gözler önüne seriyordu. Belgesel sonucunda ortaya çıkan anlatılarla öykülerin bazıları zayıf veya önemsiz görünse de satırlar arasını okumayı sevenler ‘Anadolu’dan Fısıltılar’ belgeselini, benim tesadüfen karşılaştığım o kimsesiz gibi görünen mezar taşlarının köşeleri kadar keskin ve zaman zaman da can acıtıcı bulacaktır.

Mehmet Binay / Yönetmen

Grave stones whispering long forgotten stories

Graveyards have always struck me with their mystical images whilst traveling across vast plains of Central Asia, lonesome towns of the Caucasus and abandoned villages in the higher mountains of eastern Turkey. Graveyards dressed with carnations, portraits carved into black marble or simply in-scripts on plain grave stones... However travels always broaden our minds and bring many surprises opening new gates into an unknown side of foreign objects and our understanding of their hidden history.


Couple of years ago, I discovered a graveyard full of of peculiar grave stones whilst passing through a village in the higher Taurus Mountains of southern Turkey. Each one of the grave stones was stretching between a meter and three on various locations within the same village. Having stopped for a short break and a natural photo opportunity, I’d taken pictures of these grave stones. They attracted my interest because they did not carry an inscription whatsoever and their untamed and sharp forms created reflections in my mind of whispering memories of a long forgotten and hidden past. It was hard to tell whom these grave stones belonged and which civilisation might have brought them up to remain so eternal yet still unknown to future generations.


The same village would be another stop-over during my photographic journeys along the Baku-Tbilisi-Ceyhan pipeline which I’ve documented extensively kilometre by kilometre from the Caspian to Mediterranean Seas between 2003 and 2007. This time, I would spend couple of hours in the village of Geben (province of Kahramanmaras) and I engaged in pleasant conversations with village youngsters who had formed a village development association. Having spent years in eastern Anatolia on various trips, this small town and its people seemed different in many ways. They were curious about social development projects and played an active role in establishing small rural businesses. They were open to new ideas and came across extraordinarily liberal in their political views.


Youngsters at the village association kept our contact alive and invited me to another meeting while I was in the region on a different photo shoot. This time, they talked about their society openly and expressed an interest in an oral history project to be implemented with village elders. According to the planned “amateur” oral history project, youngsters would meet village elders and ask them various questions about their recent past including common life with Armenians who had lived in this region side by side with Turks just like anywhere else in Anatolia until their deportation in 1915.


The oral history project never attracted any institutional or financial support but the idea was interesting and youngsters were keen to undertake their interviews with elders. Having received methodological support from Ozge Adiguzel, who worked as a social development specialist in the region, interviews were conducted with over a dozen people in the village and some of them resulted in interesting transcripts presenting thought-provoking memories about common life with Armenians. They’d also included stories of some Armenians who converted to Islam either as individuals or in groups before and during the deportation. These people had intermarried with sons and daughters of Turkish families and formed a new identity for those who are still called “Dönükler - The Converts”. As the first round of interviews was conducted, I decided to film a documentary about this story and traveled to the Taurus Mountains in August 2006 to start filming work.


I truly believed in the importance of documenting this oral history project which had no political or official motives whatsoever where the only drive was village youngsters’ curiosity about their own past. Nevertheless, I was also aware of the sensitivity of filming a documentary about the Armenian issue in Turkey which still is a sensitive subject, provoking anger and protest against critics of the official Turkish policy as well as condemnation of some critical intellectuals to prison sentences and public dismay.


While developing my concept for “Whispering Memories”, I decided to use the  camera as an observer and exclude myself as the director from any role where I would engage in active questionnaire with village elders who were directly interviewed by their youngsters. The result was a 42 minute long documentary film simply constructed of sound-bites acquired in two consecutive years between 2006 and 2007. A didactic narration was avoided but a visual story line was put together by including a three-day traditional summer wedding representing the continuation of generations and the mixture of ethnic, religious and cultural backgrounds in rural Turkey.


The stories were at times not clear enough as first hand witnesses had already passed away, but some of the interviewees talked very sharp and told what was truly remembered and, how and why Armenians left the village in 1915. Some of the memories -at the first instance- sounded vague and insignificant but those reading between the lines will find “Whispering Memories” as agonising as the sharp edges of grave stones which had struck me at the first glance.


Mehmet Binay / Director

“Whispering Memories”